İstanbul Reklam’ın yaratıcı ekibinden pek çok “efsane” isim çıkar. Kendine özgü espiri anlayışını ve yeteneklerini reklamcılık çalışmalarında da yansıtan karikatürist, oyuncu, gazeteci Altan Erbulak, mizah dergisi Gırgır’ın kurucusu Oğuz Aral, Türk sinemasına hatırı sayılır yapıtlar kazandıran Erden Kıral, reklam filmlerine yeni bir soluk kazandıran Üstün Barışta gibi isimlerin yolları İstanbul Reklam’dan geçmişti…  

ÖZCAN ERALP, ALTAN ERBULAK

Aktif olduğu dönemde, Türkiye’nin en büyük reklam ajanslarından birinin sahibiyle bir güldürü ustası bir araya gelirse ne olur? Karikatürist, oyuncu, gazeteci Altan Erbulak ile Süheyl Gürbaşkan, İstanbul Reklam Ajansı’nda bir süre birlikte çalıştı. İkisinin arasında gelişen dostluk, ortak bir ilgi alanı ile pekişmişti; oyuncak trenler…

 Hemen hemen her gün birkaç saatliğine Gürbaşkan’ın odasına kapandıklarında dışarıdakiler “Herhalde yeni bir reklam filmi üzerinde çalışıyorlar” diye düşünürken, ikilinin kapalı kapılar ardındaki en önemli işi oyuncak trendi.

 “Altan’la hemen oyuncak treni çıkarır, saatlerce oynardık” diyen Gürbaşkan, Nokta dergisine verdiği röportajında, “Birimizin zevki, birimizin özlemiyle birleşince ortaya iş arkadaşlığı kadar güçlü bir oyun arkadaşlığı da çıkmıştı” şeklinde ifade eder bu çocuksu paylaşımlarını. (Nokta Dergisi 1 Aralık 1985)

Özcan Eralp, desen yönünden, çizgileri düzgün, titiz illüstrasyon ressamıdır. Altan Erbulak ise, reklam konusuna daha yatkın düşen çizgilerin ehliydi, ustasıydı. Tekniğinin üstünlüğü bir yana, esprileriyle de reklam filmlerini renklendirdi. Süheyl Gürbaşkan kendisi için şöyle der: 

“Sadece filmlerimize değil, büromuza da canlılık geldi. Altan, bizim kahkahamızdı. Altan tiyatro, radyo skeçleri, gazete karikatüristliği, film çalışmaları gibi uğraşlarına bir de bizi katmış, yirmi dört saate yirmi sekiz saati sığdırmaya çalışıyordu.
Altan, hayli hobileri olan bir kişiydi. Bunca yoğun iş hayatına karşın, ava gitmek, elektrikli trenle oynamak gibi özel merakları vardı. O zamanlar çocukluğum tutmuş olmalı ki, elektrikli trene bir düşkünlük başladı bende de.

Altan bize gerçekten renk katmıştı. Fakat animasyon filmlere dönüşümde, o tekniği pek sevmedi. Kendine has birtakım tekniklerle resimler çizerek, üç folyo üzerinde bir hareketi yapmak yerine, örneğin otuz resim çizerek aynı hareketi oluşturmayı da becerdi. Böyle de olabileceğini kanıtladı. Fakat işin kestirmesine, yani dessin-animé’ye bir türlü ısınamadı.”

Süheyl Gürbaşkan, Vural Sözer’in Rubikon adlı kitapta sorduğu, “Altan Erbulak ile unutamadığını bir anınız var mı?” sorusuna hemen yanıt verir:

“Hem de pek çok. Anlatmakla bitmez. Bunlardan biri, reklamlarını bize emanet etmekle, ajansımızın gelişmesinde büyük katkısı bulunan Job Tıraş Bıçakları firmasıyla ilgilidir. Sanırım, çalışmalarımızın üçüncü, yahut dördüncü yılına girmiştik. Bir gün bir telefon aldık. Yeşildirek taraflarında bir adresten bizi aradıklarını, reklam konusunda görüşmek istediklerini söylediler.

Ziyarete ben gittim. Pepo Mayorkas adında, gerçekten çok saygıdeğer bir kişiyle karşılaştım. Çeşitli markalarda tıraş bıçaklarını imal ediyordu. Bunlardan Poker Play adında olanı, patentini yenilemek istemediğinden, tamamıyla kendisine ait bir markayı piyasaya çıkartmak üzere olduklarını ve bu yeni ürünün tanıtılmasını istediklerini söyledi. O güne kadar genellikle, tıraş bıçakları üç delikli olduğu halde, kendisi yeni tesislerinde, ortası yarık bir model çıkaracağını ve bunun Job adıyla pazarlanacağını anlattı. Bana bir hayli numuneler verdi. Hatta arkadaşların da kullanması için ertesi gün büromuza kucak dolusu paket yolladı.

Reklamlarını yapmaya başladık. Fakat ilk yaptığımız sinema reklamı kampanyasında ilginç bir kabahat işledik. Filmleri o zamanlar birlikte olduğumuz sanatçı arkadaşımız Altan Erbulak çizecekti. Hiç unutmam ilk çalışmamız, yarım dakikalık siyah-beyaz bir filmdi. O tarihlerde kolektif reklamlar yayınladığımız yetmiş-seksen sinemanın tamamında yer alacak, zaman zaman bu tür filmler yenilenecekti.

Altan, güzel bir senaryo düşündü. Çölde, susuzluktan bîtap, âdeta sürünerek ilerleyen, saçı sakalı karışmış bir kimsenin, rastladığı kuyudan su içeceği yerde, oturup Job tıraş bıçağıyla tıraş olmasını anlatan güzel bir senaryoydu.

Biz, çok beğenileceğini umuyorduk. Ertesi gün felaket bir telefonla karşılaştık. “Rezil ettiniz, mahvettiniz beni.. Bu ne ilgisizlik, bu ne saygısızlık.. Derhal gelin.. Bu reklamları durdurun..”

Apar topar gittim. Olay şu: Büromuza numune olarak gönderdiği tıraş bıçaklarını arkadaşlar yağma etmiş. Altan, filmin çekimi sırasında Job bulamayınca, çocuklardan birini göndermiş, bir tıraş bıçağı aldırtmış. Oysa bakkaldan alınan yine o eski, ortası üç delikli Job tıraş bıçaklarındanmış. Altan da oturmuş bir güzel onu çizmiş. Firma, bilhassa o imajı kaldırmak, yeni tipte bir tıraş bıçağı imal ettiğini belirtmek, vurgulamak istiyordu reklamlarında.

Özür diledik. Hiç merak etmeyin dedik. Ertesi güne kadar bütün bu filmleri yayından kaldıracağımızı, istenen şekliyle yeni film yapacağımızı, ilk günkü yayınlar için de bir ücret talebinde bulunmayacağımızı söyledik. Nitekim de yaptık. Geçişti, sinirler yatıştı.”

HÜDAVERDİ’NİN ve TARKAN’ın YARATICISI SEZGİN BURAK

İstanbul Reklam’ın kreatif ekibinde Babıâli ressamları piyasasına damgasını vuran bir isim daha çalışmıştır: Sezgin Burak. Süheyl Gürbaşkan kendisiyle nasıl çalıştıklarını Vural Sözer’e Rubikon kitabında şöyle anlatır:

“Altan’dan (Erbulak) sonra, o yıllarda yine beraber çalışma olanağını bulduğumuz çok değerli bir arkadaşımız da Sezgin Burak’tı. Sezgin, o tarihlerde Hayat Dergisinde illüstrasyon resimler yaparak dikkati çekiyordu. Kendisiyle tanışma fırsatı yarattım ve bizim sinema reklamlarımızda; karikatürün dışında, illüstrasyon gerektiren resimli çalışmalar da yaptığımız için, bize yardımcı olmasını istedim. Yanılmıyorsam, beş yıla yakın bir süre, kendisiyle birlikte, çok tatlı, çok iyi günlerimiz geçti. Sonra İtalya’ya gitti. Orada bir yayınevinde, ressam olarak bir buçuk yıl kadar çalıştı. Resimli romanlar üzerinde ihtisasta bulundu. Döndüğünde nitekim, Hürriyet Gazetesinde “Hüdaverdi” tipini çizdi, yarattı. Filmleri dahi yapıldı bu tipin. Yaratıcı olarak, kendi ismini, damgasını bizim Babıâli ressamları piyasasına vurdu, kabul ettirdi.

Sonra Tarkan’ı yarattı. Son derece kibar, son derece iyi kalpli, yardımcılarını yetiştirmekte özellikle çaba gösteren bir kimseydi. Çok ressamlar, yahut çok sanatçılar bunu esirgerler. Oysa Sezgin Burak, bildiğini bir başkasına öğretmek için gerçekten çırpınırdı.”

AVNİ’NİN YARATICISI, GIRGIR’IN KURUCUSU OĞUZ ARAL

Türkiye’deki mizah dergileri arasında çok önemli bir yere sahip olan Gırgır Dergisi’nin kurucusu Oğuz Aral da Sezgin Burak’tan sonra yaratıcı ekibe katılan efsane isimlerdendir. Süheyl Gürbaşkan’ın deyişiyle; “Hayk Mammer’i, Köstebek Hüsnü’sü, Utanmaz Adam’ı ile Oğuz Aral’ın karikatüristlik hayatının en uzun süreli çalışması İstanbul Reklam ile birlikte olmuştur.” Gürbaşkan Rubikon kitabında Oğuz Aral ile çalışmanın ne kadar farklı olduğunu anlatır:

“Çok ilginç bir çalışma düzeni vardı. Mesai saati falan tanımazdı. Aklına estiği zaman gelir, sonra sabaha dek oturur çalışırdı. O günler, gazeteler arasında böyle bir mesaiye katlanacak, kabullenecek, sanatçının nazını çekecek müessese düşünülemezdi. Bugün de öyledir ya. Fakat bizim şirketimiz non-stop çalıştığı, kapısı sabaha kadar açık olduğu için, akşam üzeri gelir, başını kâğıda eğer, sol eliyle sağ kulağını tutar, adeta kâğıda yapışırcasına ve sayısız sigara içerek, gün ağarana kadar işlerini bitirirdi. Kendisini gündüzleri göremezdik.

Teferruatlı bir deseni olmasına rağmen, animasyon çalışmalarında üstün bir başarı gösterdi. O konuda sebat etseydi, bugün ismi yurt dışına taşan bir animatör olabilirdi. Fakat Babıâli daha çekiciydi onun için. Bugün Gırgır adlı mizah dergisinde üstün yeteneğini sürdürmektedir.”

EFLATUN NURİ, NİHAT BALİ, MISTIK…

İstanbul Reklam’da daha pek çok usta isim çalışmıştır. Gürbaşkan onları da Rubikon’da anar:

“Mıstık imzasıyla tanınan Mustafa Eremektar da bizimle çalıştı. Olaylara çocuksu açılardan bakan, duygusal yönü ağır basan bir sanatçıydı. Onun da saatle ilişkisi yoktu. Köşedeki berbere tıraş olmaya diye gider, ertesi hafta gelirdi.

Eflâtun Nuri de bir süre bizimle oldu. Mıstık’la aynı ruh doğrultusundaydı. Titiz, sessiz çalışmalarıyla filmlerimize renk katmıştı.

Akşam gazetesinden tanıdığım Nihat Bali, çizgileri bakımından bize en yakın, en yatkın sanatçıydı. Yeni Sabah’a geçmişti ve sayın Fahrettin Kerim Gökay’ın valiliği döneminde “Küçük Vali” adiyle çizdiği günlük komiks (seri karikatür), büyük ilgi görüyordu.

Dessin-animé çalışmalarımız, Nihat Bali’nin aramıza katılmasıyla olgunlaştı, düzene girdi. Renkli çizgi filmlerimizi ilk kez Nihat Bali çizdi. Job Tıraş Bıçaklarının, yoğun reklam yaptığı dönemde hazırladığı, hatırlayacaksın senaryolarını senin yazdığın, pek güzel yaptılar ortaya çıktı.

Rahat bir kimseydi. Resim çalışmalarını bir hobi olarak yapardı. Asıl işi, kösele ticaretiydi. Büyük zamanını Zeytinburnu’ndaki kösele fabrikasına ayırır, karikatüristliği zevk olsun diye sürdürürdü. Parasal zoru olmadığı için de fazla boyun eğmezdi. Buna karşın beş yıl kadar beraber çalıştık. Sanıyorum halen, tamamen ticaretle uğraşıyor. Herhangi bir yerde çizgilerine rastlamıyorum.”

ERİM GÖZEN İMZALI PİRELLİ, ALO, MINTAX REKLAMLARI

Nihat Bali’nin İstanbul Reklam ile olduğu dönemde, ekie Erim Gözen de katılır. On iki yıldır beraber çalışırlar ve kendisi de adeta şirketin bir parçası olur:

DYO boyalarına, İş Bankası’na, senaryolarını Vural Sözer’in yazdığı, 120 metrelik full dessin-animé, renkli filmlere Erim Gözen görsel hayat verir. Vural Sözer’in planlaması ve tasarlaması ile Türkiye’de, hatta dünyada ilk kez minyatür-animé adını verdikleri bir tarzı Erim Gözen büyük başarıyla gerçekleştirir, Levni’nin Hünername’sini çizgi film haline getirir. Süheyl Gürbaşkan Erim Gözen için şunları söyler: “İstanbul Reklam’ın bugün gurur duyduğu filmlerinde Erim Gözen’in imzası var. Pirelli’ler, Mintax’lar, Alo’lar vs… Erim Gözen halen çizgi-film servisimizin başıdır.”

BABIALİ EMEKTARLARINDAN AYHAN ERER

Reklam filmlerindeki üstün başarıların yanı sıra Süheyl Gürbaşkan ilan çizimleri konusunda bir eksiklik hissetmeye başlar. Basın ilancılığında gelişmiş bir arkadaşımız yoktu diyerek bu boşluktan söz eder ve Sabah gazetesinde birlikte çalıştıkları Ayhan Erer ile nasıl bir araya geldiklerinin öyküsünü anlatır:

“Ayhan Erer, Babıâli’ye uzun süre emek verdikten sonra, Almanya’ya gitmiş; orada beş altı yıl, tanınmış bir reklam ajansında şef grafiker olarak çalışmış ve Türkiye’ye dönmüştü.

Ressam Sait Maden’le birlikte, ortaklaşa kiraladıkları bir büroları vardı. Fakat işlerini ayrı ayrı sürdürüyorlardı. İş ortaklıkları yoktu. Ayhan, bize de, işimiz düştükçe güzel çalışmalar yapıyordu. Bir yere bağlı olmadan çalışmayı tercih ediyordu o günler.

Bir gün bana geldi. Yedi yıl kadar oluyor. “Süheyl, ben hayatımın en önemli kararını vermek arifesindeyim. Yapamayacağım bu tür bir işi. Sanatçı olmakla, sanat satmak çok ayrı şeyler… Onu satmak için uğraşırken, birçok şeyden kaybediyorum ve sanatımı yapamaz hale geliyorum. Bunu, saydığım sevdiğim senin düzeninde, burada uygulamak düşüncesindeyim…” dedi.

“Hayrola, ne var?” dedim. Bir sürü üzücü olaylar geçmiş, anlattı birkaçını. Örneğin, bir gün, bilmem ne madenî eşyalarını yapan bir firmaya afiş yapmış. Getir, görelim demişler. Adam, bakmış bakmış… Ayhan’ın tekniğinden bir şey anlayamamış. Zile basmış, hanın kahvecisini çağırmış. “Bak…” demiş; “Sen bu resimden bir şey anlıyor musun? Neye benziyor bu?” Kahveci de “Vallahi, hiçbir şeye benzemiyor…” deyince, Ayhan’a dönmüş “Gördünüz…” demiş, “kahveci bile anlayamadı. Kalsın, hoşuma gitmedi. Teşekkür ederim…”

Bir sanatçı duygusallığıyla, “Bu zor…” dedi; “Bu görgüsüzlüğe katlanmak, basit adamlara tezgâhtarlık yapmak çok zor. Bana iş verilsin, tezgâhlama sorunu üzerimden alınsın düşüncesindeyim. Bu nedenle seninle birlikte olmak istiyorum.”

Bu teklifi, benim için gerçekten mutluluk oldu. Hemen o gün, grafik servisimizin başına geçti. Geçen yılın sonunda, bizim şirketimizden, gerekli bütün işlemleri gerçekleştirilerek emekli oldu. Halen, arada sırada, ufak tefek özel işleri için gelir. Çünkü söz almıştım kendisinden; “bir işin olursa buraya geleceksin, burada yapacaksın, bütün olanaklarımız ve arkadaşlar senin emrinde” demiştim. Böylelikle hasret gidermek fırsatı da doğar.

Ayhan Erer bizim ilk şef grafiker arkadaşımız olmuştur. Klasik müziğe aşırı merakı vardı. Bütün varını yoğunu, klasik müzik plaklarına yatırırdı. Son zamanlarda, yaşının da icabı, rahatına düşkün olmuştu. Fakat, onun özel bir statüsü, özel bir yeri vardı. Mutlaka öğle uykusu uyuması gerekirdi. Ona, ayrı bir yerde, öğle uykusunu uyuması için, bir iki saatlik olanak tanınırdı. Bizim, şanımız, şerefimiz; varlığı nazar boncuğumuz, uğurumuz idi.

KAMERA ARKASININ EFSANELERİ: ERDEN KRAL, ÜSTÜN BARIŞTA

İstanbul Reklam, pek çok reklam filmi çeken bir ajans olarak kadrosunda kameramanlara da yer veriyordu. İlk kameramanları Haşim Erdeniz idi. Daha sonra Muhlis Hasa, Aydın Arakon, Üstün Barışta ve eşi Sevgi Barışta, Robert ve Josslyne adlarında Fransız asıllı bir karı-koca, Erden Kral gibi isimler kameramanlık ve reji çalışmalarında başarılı yapıtlar ortaya koydular. Süheyl Gürbaşkan kamera arkası ekibinin çeşitliliğini ve mizacını Rubikon kitabında anlatır:

“Bunların arasında Muhlis Hasa gibi içkiye düşkünlüğü ile ünlü olanı da vardı. Erden Kral gibi sinirli ve pervasızlığı ile nam salanı da. Fakat hepsi, peşleri sıra gerçekten unutulmaz anılar bırakarak, çeşitli işlere yöneldiler. Örneğin, Muhlis Hasa. Hele masada Aydın Arakon da varsa, içmeye sohbete doyamazdı. Bir gece, Cenap Tezol’un Kadıköy tarafındaki evinde içmişler. Cenap’ın oturduğu ev, eski bir İstanbul yapısıydı. Oymalı trabzanlı, sahanlıktı, sofalı.. Saat hayli ilerleyip, içki de kıvamını bulunca, Muhlis Hasa “Ben artık gideyim.” demiş, kalkmış. Cenap, evin üst katında otururdu. Muhlis, ahşap merdiveni gacırdata gacırdata inmiş. Fakat kapı bir türlü kapanmıyor. Kapıdan da “küüüt” diye bir ses çıksa, Cenap anlayacak Muhlis’in gittiğini. Bir iki dakika beklemiş. Sonra merak etmiş inmiş aşağıya. Ne yapıyor bu adam, diye. Bakmış, Muhlis, sundurmanın altında, korkuluğa yaslanmış duruyor. “Hayrola Muhlis abi?.. Ne bekliyorsun orada..?” diye sorunca, Muhlis’te cevap: “Vapur bekliyorum…”

Bir gün şirkette, Muhlis Hasa ile Aydın Arakon; yamaklarını, yardımcılarını toplayıp, iyi bir filmin nasıl çekilmesi gerektiğine dair, uzun uzadıya nutuk atmışlar. Önerilerinin doğruluğunu kanıtlamak için de, o gün yapacakları bir çekimde, işi bizzat kendileri, titizlikle ele almışlar. Herkes bu iki ustayı, ilgiyle izlemeye başlamış. Yardımcılar koşturuyor.. Işıkçılar, bir dediklerini iki etmiyorlar.. Mankenlerde bir heyecan… Kamerada Muhlis; rejide Aydın.. Motor diyorlar, çekiyorlar.. Stop diyorlar, duruyorlar. Kızlara, şöyle dur, böyle yürü diye kafa tutuyorlar.. Hasılı, büyük ciddiyet. Ertesi gün stüdyodan, Muammer Çubukçumdan bir telefon: ‘Ne gönderdiniz bunu kardeşim?.. Kasette film yok!’ O ciddî çalışmada, kasete film koymayı unutmuşlar bizim ustalar!

Pervasızlığıyla ünlü Erden Kral’a dair bir anı…

Delta adında, kâğıt zımba telleri yapan bir firmanın reklam filmini çekiyorlarmış. Firma sahibi ilk kez film yaptırıyor olmalı ki, her şeye karışıyormuş. Şu olsun.. Bu da olsun. Öyle olmasın, böyle olsun… Filmin topu temeli, zaten on beş saniyelik. İki üç planda olayı anlatmak gerek. Fakat adamın istekleri ve önerileri öylesine ters düşmeye, gereksiz film harcanmasına sebep olmaya başlamış ki, sonunda Erden Kral, iş sahibine dönmüş: ‘Eeee.. Yeter artık..’ demiş, ‘Bir daha ağzını açarsan, dudaklarını zımbalarım ha..’”