Süheyl Gürbaşkan, öğrencilik yıllarından itibaren profesyonel yaşamında da daima araştıran, merak eden, yenilikler peşinde koşmayı ilke edinmiş bir mizaca sahipti.
Darbeler, ekonomik zorluklar, onu yıldırmadı. Eğitimine yurt dışında da devam etti ve çok başarılı oldu. Yaşadığı süreçleri hem Rubikon adlı kitapta Vural Sözer’e verdiği röportajda, hem de yine Vural Sözer’e yazdığı mektuplarda anlatır…
1960 Darbesi’nin etkileriSüheyl Gürbaşkan, 1959 yılının Mayıs ayında ödün sandalye, bir masa ve yazı makinesinden oluşan ofisinde, Haziran 1960’a kadar çalışmalarını sürdürür. Yani 27 Mayıs 1960 Darbesi’nin birinci haftasına kadar… Politik gerginliklerin yaşandığı bu yıllarda, Vural Sözer’in tabiri ile “henüz körpe, bir yıllık kuruluş” olarak ve bireysel olarak nasıl etkilendiğini şöyle anlatır: “- Devrimin elbette çeşitli kişilerde ve kuruluşlarda etkileri oldu. Kimi birtakım şeyler kaybetti; kimi birtakım şeyler kazandı. Benim kişisel etkilenmem şu konuda oldu: Devrim sayesinde otomobil ehliyetimi alabildim. Ben, ilk otomobil ehliyetimi, öğrenciyken Paris’te almıştım. Yine orada aldığım ilk otomobilimi Türkiye’ye getirebilmem için bu gerekliydi. Aslında dışarıda ehliyet almak çok daha kolay. Ben de kolayca aldım ve Türkiye’ye geldim. Bir kanun vardı. Dışarıda alınan ehliyetnamelerin yenilenebilmesi için, bir yıl geçirmeden Trafik Müdürlüğüne başvurmak gerekiyordu. Ben 1956 Ekim’inde geldim ve bir türlü fırsat bulup, bu işlemi yaptıramadım. Süreyi kaçırdım. 1957 Ekim’inden devrime kadar, tecil görmemiş bir ehliyetle dolaştım. Devrimden sonraki yakın günlerde bir duyuruda bulunuldu. Her halde birçok subay da dışarıdan aldıkları ehliyetleri değiştirmek fırsatı bulamamış olacaklar ki, yabancı ehliyetler, müracaat edilirse değiştirilecek denildi. Ben bu kez savsaklamadım, gittim ehliyetimi aldım. Halen kullandığım ehliyetimde bir yüzbaşının imzası vardır. Bu, kişisel olarak devrimden yararlandığım bir olaydır. (Rubikon) Yaşanan siyasi hareketlilik İstanbul Reklam’ın yeni bir mekana geçmesine de vesile olur: Gerçekten, sonradan gittiğimizde gördük, küçük küçük koltuklar, küçük küçük kanepeler, alçak alçak masalar. Emin Kalafat Bey için düzenlenmiş bir lojman gibi. Devrim sıralarında komite görevlileri burayı görmüşler. “Bir kişinin, iki kişinin emrine tahsis etmek israftır. Burası gelir getirecek hale dönüştürülsün…” demişler. Gittik görüştük; ayda 1.000, yılda 12.000 lira kira teklif ettik. Bizden daha fazlasını teklif eden çıkmadığı için, kontratımızı yaptık. 1959’un Mayıs sonunda 200 lira kirayı zar zor verebilirken, 1960’ın Haziran’ında ayda 1.000 lira kira ödeyebilecek bir duruma gelmiştik. Kendisini daima saygıyla andığım ve o zamanın Anadolu Ajansı İstanbul Müdürü olan, çok değerli gazeteci Cavit Yamaç bey de bizi teşvik etti ve altı yedi arkadaşlık kadromuzla buraya taşındık. Gelirken, öbür taraftaki portatif masayı, aldık buraya taşıdık. Eniştemizin koltuklarını da getirdik. Yalnız manavın sandalyesini iade ettik. Şanslı bir durumumuz oldu. Kalafat bey ve misafirler için yapılmış olan eşya bize devlet malı ve demirbaş olarak emanet edildi. Perdesi vardı. Jaluzisi vardı. Şirin bir odaydı. Atatürk resmi… Bir Türkiye haritası ve Fatih Sultan Mehmet’in büyük, tuval üzerine orijinal bir tablosu… Üç oda halindeydi. Biz de eşyamızı getirince, dört dörtlük bir yazıhane haline geldi. Yanımızda bir oda vardı, Avukat Sakıp bey’in. Ona müracaat ettik, anlaştık, bize devretti. O da aynı hanın üst katına taşındı. Biz de aradaki duvarı açarak büyüttük ve ressam arkadaşların çalışma yerine dönüştürdük. Tuvaleti kaldırdık, kapıyı ileriye aldırttık. Sakıp bey’in odasıyla, tuvaletin bulunduğu holü de Fethi Doğançay Beyden kiralayarak, hacmimizi genişlettik. Bir süre sonra, burası da yetmedi. Aşağıda bir fotoğrafçı vardı, Şahap. Kaybettik kendisini, anî bir kalp krizi sonucu. Onun yerini devralıp, laboratuvar yaptık. Daha önceleri fotoğraflarımızı, tuvaleti bozarak düzenlediğimiz karanlık odada hazırlıyorduk. Bir süre sonra karşımızdaki Gündoğdu Han’dan bir kat daha kiraladık. Az sonra, o da kâfi gelmedi, Küçük Han’dan bir kat kiraladık. Bir süre sonra, Hürriyet’in karşısındaki Emek Han’dan zemin katı kiraladık. Bir süre sonra, İlyas et lokantasının üstündeki katı kiraladık. Yeni binamıza geçmek üzere olduğumuz yılda, Cağaloğlu’nda sekiz ayrı yere bölünmüş ve sekiz ayrı kiracı halindeydik. Yüz metrelik bir mesafe içinde koşuşup duruyorduk. Servislerin rahatça haberleşmesi için, hanlar arasında diafon hatları çektik. Telsiz Kanunu’na muhalefetten, savcılık bizi mahkemeye verdi. Çektiğimiz hattın, alt tarafı basit bir diafon olduğunu, karşıdan karşıya seslenmek için bir kordondan ibaret bulunduğunu kanıtladık, paçayı kurtardık. Tüm bu hareketliliğin yanı sıra Gürbaşkan’ın kendi ifadesiyle 1960 Darbesi’nin yararından çok zararını görürler. Gürbaşkan yaşadıkları zorlukları Rubikon adlı kitapta paylaştığı bir anı ile aktarır: Club-X ‘ten. Sahibi İbrahim Doğudan, yetenekli, mesleğinde çekirdekten yetişmiş, İstanbul’un geleneksel bar, pavyon düzenini değiştirerek, ilk kez programlı, müzikli gösterileri olan klüb işletmeciliğini kurmuş bir ağabeyimizdir. İlk işini, o da 1959 yılında açmıştı. Osmanbey’in arka taraflarında Club-X’i işletmeye başlamıştı. İlk ilişkilerimiz onun birkaç gazete ilanını yayınlamakla kurulmuştu. Fakat o yıl ilginç bir yıl olarak geçti. Demokrat Parti iktidarı son demlerini yaşıyordu. Ardı arkası kesilmeyen öğrenci olayları, gösteriler, sıkıyönetimler derken, 1960 yılının ilkbahar aylarında işler iyiden iyiye çığırından çıktı. Sıkıyönetimin getirdiği gece sokağa çıkma yasakları, iş âlemine de, özellikle etki yaptı ve bilhassa geceleri sinema, tiyatro dahil eğlence yerlerine gitmek isteyenlerin kendi kabuklarına çekilmelerine, evlerinde kalmalarına sebebiyet verdi. İbrahim Doğudan’ın da ilk yılki faaliyeti, bu nedenle şanssız geçti. Biz de 1960 yılının Ocak ayında sinema reklamlarına başladığımızda, bir iki ay, hafif bir kıpırdanma, bir başarı düzeyine girmiştik. Fakat, Mart ve Nisan aylarındaki gösteriler ve hemen arkasından gelen tedbirler nedeniyle sinemalara gidilemeyince, aynı şekilde bizim işimiz de talihsizliğe uğradı. Peşinden, gece klübü gibi, kışlık sinemalar için de ölü mevsim sayılan yaz ayları gelince, karşılıklı iki müessese olarak o kışı zararla kapadık. Biz hele büyük zararla kapadık. Çeşitli yerlere verdiğimiz borç senetleri karşılığı, annemin bir hanını ipotek etmek ve onun borçlarını ödeyememek durumuyla karşılaştık. Çeşitli takiplere uğradık. Bir gün, zannımca 1960’ın Haziran sonu Temmuz başlarıydı, İbrahim Doğudan bana telefon ederek, ödeme gücünü yitirdiğini, bu sıkıntılı dönemi iflas etmeden geçiştirmek için, elinde nesi var nesi yoksa, alacaklılarına dağıtarak kendisini toparlamayı ve nefes almayı düşündüğünü söyledi. Bizim de o zamanlar yanılmıyorsam, kendisinden dokuz bin liraya yakın bir alacak bakiyemiz vardı. Bana telefonda: “Masaları, sandalyeleri falancaya, tabakları filancaya, masa örtülerini bilmem kime, davulu piyanoyu şu reklam şirketine – o zamanlar bir diğer reklam şirketiyle de çalışıyordu – verdim, teslim ettim; dolayısıyla hesabımı kapattım. Elimde çatal bıçak gibi bazı şeyler ayırdım. Gelin, alın.” dedi. Üzüldüm tabii. Teselli edici birkaç söz söyledim: “Merak etme, ben sana uğrarım, seni görürüm..” dedim. Kalktım gittim o akşam: “Biz de aynı durumda, bir batak içindeyiz. Önemi yok, dokuz bin liralık bir borç, kalsın, yaraya deva olacak bir merhem değil. İnşallah biz de toparlanacağız; yeniden kalkınmak, işi canlandırmak üzere tedbirler alacağız. Siz de aynı şekilde, kışa kadar hazırlanırsınız. Tekrar birlikte çalışırız. Bu çalışmalarımız sayesinde bu borç da ödenir, çok daha işler de yaparız..” dedim. Pek sevindi. Nitekim dediğim gibi oldu. 1960 kış mevsiminde, biz de birtakım olanakları zorladık; o da müessesesini yeni tedbirlerle canlandırdı ve bu borç da ödendi. Bu dar günlerden sonra İbrahim Doğudan, kendi konusunda bu işin her geçen yıl bir numaralı adamı haline geldi, girişimlerine devam etti. Bir süre sonra Kervansaray Gazinosu’nu devraldı ve işletmeye açtı. Bir yıl sonra, Kordon-Blö adıyla işleyen bir gece klübünü kendi namına işletmeye başladı. Bir ertesi yıl, halihazırda Ünver Oteli’nin zeminindeki Oriental’i açtı. Kervansaray’ın yanında, tekrar Balalayka adında bir gece klübü açtı. Playboy diye bir başka klüp açtı. Klüb 33 diye bir başka klüb açtı. Modül diye bir klüb açtı. Tahmin ediyorum, sekiz dokuzu buldu. İstanbul’daki bütün belli başlı eğlence yerlerini kendi işletmesine aldı. Hatta bir süre sonra Avrupa’ya da işlerini sıçrattı. Viyana’da yine Kervansaray adı altında nefis, çok büyük ilgi ve rağbet gören bir restaurant kurdu. Aynı restaurant’ın benzerlerini İsviçre ve Almanya’da da açtı ve o günden bugüne, ilan ve reklamla ilgili işlerinde devamlı bizimle çalışmak vefasını gösterdi. Hiçbir kimseyi bize bir alternatif olarak ileri sürmedi.. Umarım, o ilk acı günlerin dayanışması, bugün devam eden beraberliğin doğmasına sebep oldu. İş ilişkisinden dostluğa…Yaşamı boyunca dostlarına, dostluğa değer veren Süheyl Gürbaşkan, iş vesilesiyle yeni dostlar da kazandı. Bir taraftan da dostlarından kendisine iş vermesini hiç beklemedi: “Dostluğunu elde ettiğim o her hangi bir kimsenin bilahare reklamlarını alabilir miyim acaba düşüncesinden, kesinlikle uzak tutmuşumdur.” İşle başlayan ve dostluğa dönen ilişkilerine ise daima kıymet verdi. Bunlardan biri de Pepo Mayorkas ile başlayan dostluğudur. Rubikon’da Vural Sözer’in “İşle başlayan dostluğa örnek olabilecek bir olay, bir anı var mı?” sorusuna yanıtı da Bay Mayorkas olur: “Hem de pek çok. Anlatmakla bitmez. Bunlardan biri, reklamlarını bize emanet etmekle, ajansımızın gelişmesinde büyük katkısı bulunan Job Tıraş Bıçakları firmasıyla ilgilidir. Sanırım, çalışmalarımızın üçüncü, yahut dördüncü yılına girmiştik. Bir gün bir telefon aldık. Yeşildirek taraflarında bir adresten bizi aradıklarını, reklam konusunda görüşmek istediklerini söylediler. Ziyarete ben gittim. Pepo Mayorkas adında, gerçekten çok saygıdeğer bir kişiyle karşılaştım. Çeşitli markalarda tıraş bıçaklarını imal ediyordu. Bunlardan Poker Play adında olanı, patentini yenilemek istemediğinden, tamamıyla kendisine ait bir markayı piyasaya çıkartmak üzere olduklarını ve bu yeni ürünün tanıtılmasını istediklerini söyledi. O güne kadar genellikle, tıraş bıçakları üç delikli olduğu halde, kendisi yeni tesislerinde, ortası yarık bir model çıkaracağını ve bunun Job adıyla pazarlanacağını anlattı. Bana bir hayli numuneler verdi. Hatta arkadaşların da kullanması için ertesi gün büromuza kucak dolusu paket yolladı. Reklamlarını yapmaya başladık. Fakat ilk yaptığımız sinema reklamı kampanyasında ilginç bir kabahat işledik. Filmleri o zamanlar birlikte olduğumuz sanatçı arkadaşımız Altan Erbulak çizecekti. Hiç unutmam ilk çalışmamız, yarım dakikalık siyah-beyaz bir filmdi. O tarihlerde kolektif reklamlar yayınladığımız yetmiş-seksen sinemanın tamamında yer alacak, zaman zaman bu tür filmler yenilenecekti. Altan, güzel bir senaryo düşündü. Çölde, susuzluktan bîtap, âdeta sürünerek ilerleyen, saçı sakalı karışmış bir kimsenin, rastladığı kuyudan su içeceği yerde, oturup Job tıraş bıçağıyla tıraş olmasını anlatan güzel bir senaryoydu. Biz, çok beğenileceğini umuyorduk. Ertesi gün felaket bir telefonla karşılaştık. “Rezil ettiniz, mahvettiniz beni.. Bu ne ilgisizlik, bu ne saygısızlık.. Derhal gelin.. Bu reklamları durdurun..” Apar topar gittim. Olay şu: Büromuza numune olarak gönderdiği tıraş bıçaklarını arkadaşlar yağma etmiş. Altan, filmin çekimi sırasında Job bulamayınca, çocuklardan birini göndermiş, bir tıraş bıçağı aldırtmış. Oysa bakkaldan alınan yine o eski, ortası üç delikli Job tıraş bıçaklarındanmış. Altan da oturmuş bir güzel onu çizmiş. Firma, bilhassa o imajı kaldırmak, yeni tipte bir tıraş bıçağı imal ettiğini belirtmek, vurgulamak istiyordu reklamlarında. Özür diledik. Hiç merak etmeyin dedik. Ertesi güne kadar bütün bu filmleri yayından kaldıracağımızı, istenen şekliyle yeni film yapacağımızı, ilk günkü yayınlar için de bir ücret talebinde bulunmayacağımızı söyledik. Nitekim de yaptık. Geçişti, sinirler yatıştı. Job’la çalışmalarımız yıllarca sürdü. Kendilerine güzel bir slogan bulunmuştu. Bu slogan radyolarda uygulandı. Bir süre sonra siyah-beyaz filmlere ilaveten, biliyorsun, senaryolarını senin yazdığın ve Nihat Bali arkadaşımızın çizdiği renkli dessin-animé filmlerle çalışmalarımız o derece başarılı oldu, ve ilişkilerimiz o derece güçlendi ki, ailece görüşülen, karşılıklı ziyaretlerde bulunulan bir dostluğa dönüştü. Bu dostluğun perçinlenmesinde, Bay Pepo Mayorkas ile birlikte çalışan ve fabrikanın müdürlüğünü yapan kardeşi Maryo Mayorkas’ın da büyük yardımı oldu. Sonraları, Pepo Mayorkas’ın rahatsızlığı nedeniyle bütün sorumluluğu o yüklendi. Bu dostluğu iyice kanıtlayacak şöyle bir olay da geçti: O tarihe kadar, 1964 yılıydı zannedersem, kullandığım eski bir otomobilim vardı. Bir Opel. Pek hurdalaştığı için, bir dışarı seyahatimde, gayet güzel, modern, o yılın en yeni modeli bir (Oldsmobille F 88) alıp getirmiştim. Roket motorlu falan. Bana bir hayli de pahalıya malolmuştu. Bunu getirdiğimin üçüncü veya dördüncü gününde, bir gün Ankara’dan dönüşümde, firmamızda garip bir havayla karşılaştım. Muhasebe müdürü olan arkadaştan, hafta sonuydu, bir yere ufak bir ödemede bulunmasını istediğimde, kendisini endişeli gördüm. Cevapsız bıraktı benim isteğimi. Tekrarladım bu kez. Garip halin nedenini sordum. Neredeyse gözleri yaşaracaktı. Dudakları titreyerek, olayı açıkladı. Benim Ankara’da bulunduğum günler, bizim tarzımızda reklamlar yapmaya çalışan birtakım kişilerin, firmamıza, bazı isnatlar ve ihbarlarla maliye müfettişlerini getirttiklerini, onların da bizim her şeyimize el koyduklarını, bankalarda hesaplarımızı bloke ettiklerini, senetleri sepetleri ne var ne yok bütün eşyamızı haczettiklerini söyledi. Acı durumdu. Kritik bir durumdu. Hemen ertesi hafta başı, işi çevirmek, vergileri yatırmak için bir hayli meblağa ihtiyacımız vardı. Şunu sorduğumda o da haczolundu, bunu sorduğumda o da haczolundu, bankalarda kredi veya tahsil hesaplarımızdaki senetlerimizi sorduğumda onlar da bloke olundu denince; “Pekiyi benim araba!.” dedim. Bir hafta kadar olmuştu gümrükten çekileli, plakası alınalı. “Haa.” dediler, “henüz trafiğe bildirilmediği için ona müdahale eden olmadı..” Şöyle bir olay geçmişti: Arabayı gümrükten çektiğimin ikinci günü, Pepo Mayorkas’ı, yaptığımız bir reklam filmini seyrettirmek üzere, o zamanlar çalıştığımız Mecidiyeköy’deki Acar Film Stüdyosu’na ben o arabayla götürüp getirmiştim. O da çok beğenmişti arabayı. “Aman ne güzel. Bunun bir eşini de ben bulabi sem. Eski model bir Jaguar’ım var.” demişti. Yarı şaka “Satarsan ben alırım.” diye de bir söz etmişti. Kaç paraya aldığımı da sormuştu. “Hemen bana Bay Mayorkas’ı bağlayın…” dedim. Açtım kendisine telefonu. “Bay Mayorkas…” dedim, “dört beş gün önce benim arabamı pek beğenmiştiniz. Hatta satarsan alırım demiştiniz. Satıyorum, satacağım. İsterseniz size vereyim…” dedim. “Pekiyi, alırım…” dedi. “Bana bu kadara maloldu ama, şu fiyata dahi verebilirim…” dedim. “Pekiyi…” dedi yeniden. “Yalnız bir ricam var, mutlaka ve mutlaka bana pazartesi sabahı saat dokuzda, satış işlemlerinin yapılmasını beklemeden parayı gönderin, yahut ben sizden aldırtayım…” dedim. Ona da “Pekiyi…” dedi. Pazartesi günü, o bir haftalık yeni arabanın kendisine devri muamelelerini tamamladım ve parayı alıp arkadaşlara, kasaya verdim. Hacizlerin kalkmasına, bankalardaki hesapların açılmasına kadar sıfırdan başlamışçasına bu parayla işimizi çevirdik. Merak etmiş, böyle aniden arabamı satmama bir anlam verememiş. Birkaç gün sonra beni çağırdığında, zorlayarak, yemin ettirircesine rica edince, çok gizli tuttuğum olayı anlattım. Çok üzüldü. “Neden bana açıkça söylemedin? Ben, araba satılmadan da gerekli yardımda bulunurdum…” dedi. Aslında ben biraz gereksiz, biraz telaşlı karar vermiştim. Acele etmiştim. Fakat onun bu yakın ilgisine karşılık, “Bu tür lüks bir arabayı alıp kullanmam henüz erken. İleride yine Akşam üzeri muhasebeye telefon ederek bir tahsildar çağrıldı. Bize, hiç unutmam, iki yüz bin liralık bir avans tediyede bulunuldu. Hizmetimiz daha yapılmamış ve tahakkuk etmemişken… Bu, ancak bir dostun yapacağı davranıştı. Bu dostluğumuz, onun vefatına kadar uzun süre devam etti. Vefatı, benim için gerçekten çok büyük bir dostun kaybı oldu. Son yılını, İsviçre’de Lausanne şehrinde istirahatla geçiriyordu. Kanser hastalığının amansız bir türünden muzdaripti. Kaldığı, tedavi olduğu yerde bir iki kez kendisini ziyaret ettiğimde, özellikle çok mütehassis olmuştu. Gerçekten anısı, bizde boşluğu doldurulmaz bir dost olarak kalmıştır. Ölümünden sonra müessese şu veya bu nedenle, yürümedi dağıldı, satıldı.” Öğrencilik yıllarındanEğitim hayatı boyunca özellikle Fransa’da zorlu bir yaşam sürdüren, çok çeşitli işlerde çalışan Gürbaşkan, bir süre antikacıda yardımcı olarak görev almıştı. Yine Fransa yıllarında Türkiye’ye gazetelerde basılmak üzere hukuki yazılar gönderdi. Eğitim hayatında yaşadığı zorluklar sebebiyle çeşitli girişimlerle öğrenim hayatını devam ettirdi, çeşitli burslar da alarak doktorasını tamamladı. Süheyl Gürbaşkan Paris’de doktora eğitimi almak için parasal bazı engelleri aşmak zorundaydı. Yapısı gereği her işini kendi çözmeye meyilliydi. “Her hangi bir kimsenin, ailemin dahi olanaklarından yararlanmayı düşünmedim” der bu hikayeyi anlatırken. O dönem Yapı ve Kredi Bankası’nın üniversite öğrenimi yapmış gençlere, iş hayatına atılımlarında, kendilerine iş kurmakta katkıda bulunmak üzere, iki bin beş yüz lira olarak verdiği krediyi Gürbaşkan Paris’teki eğitimi için bankadan çeker. Bu paranın bir kısmıyla akademik gelişimi için gerekli olan kitap ve yayınlara ayırır, birkaç eşya alır, Paris’e gittiği için de şık olması gerektiğini düşünerek kendine birkaç parça kıyafet diktirir. Ancak şimdiden parası bitmeye başlamıştır: “Para da bitiyordu bu arada. İki bin beş yüz liranın çoğunu harcamıştım. Vapur biletini de aldıktan sonra, cebimde ancak dört-beş yüz lira kadar bir para kalıyordu. Vapur biletini ise üçüncü mevki bile alamamıştım. İstanbul’dan Marsilya’ya kadar dört veya beş günlük yolculuğu, güvertede gezinerek, dolaşarak, şurada burada uyuklayarak geçirebileceğim, güverte biletim vardı cebimde.” Ailede yaşanan kayıplarYurtdışında alacağı eğitim için heyecanlı olan genç Süheyl’in annesi biraz tedirgindir ancak bunun haklı bir nedeni vardır bir taraftan da… O dönemde aile içinde üst üste kayıplar yaşanmıştır: “Annem, benim bu dışarıya gidişime muhalifti. İnancı vardı, okuyacağımı, başarılı olacağımı biliyordu. Çünkü beni iyi tanıyordu. Fakat bir rastlantı, son üç dört yıl içinde ailece birlikte oturduğumuz Erenköy’deki evimizde çok ölümler olmuştu. Dayımı, dedemi, yeğenimi kaybetmiştim arka arkaya. Babam zaten yıllarca önce ölmüştü. Kız kardeşim de evlenmiş ayrılmış, sekiz on kişinin beraber olunduğu bir evde, ben annemle yapayalnız kalmıştım. Ben de gidersem, büsbütün yalnızlık içinde kalacağını düşünüyordu. Gidersem sanki gelmeyecekmişim gibi bir endişe içindeydi. Bu yüzden bana hafifçe küsmüştü. Annelik tabii.. Yolcu salonuna kadar geldi. Orada barıştık, vedalaştık. “Merak etmeyin. Size söz veriyorum, en kısa zamanda döneceğim..” dedim.” Paris yolculuğuDört gün sonra Marsilya’ya varıldı. Üç-dört bavulum, bagajım var. İçinde kitaplarım şunlar bunlar. Marsilya’ya indiğimde benim asıl programım, doğruca Paris’e gitmek değil, önce bir İsviçre’ye geçmekti. Bir dostum, bana bir ahbabından söz etmişti. İlk kez olarak hayatımda aldığım borç olmuştur. İsviçre’de bir banka müdürünü gördüğüm takdirde, bana beş yüz İsviçre Frankı borç verecekti. Ben de elbette en kısa zamanda ödeyecektim. Bu para, hesabıma göre, beni Paris’te bir süre geçindirecekti. Ben de bu arada iş bulacak, bir yandan çalışıp, bir yandan okuyacaktım. Bavullarımı da birlikte İsviçre’ye taşımış olmamak için önce onları, iki gün sonra Paris’te alacak şekilde, furgona emanet ettim. Ücretini ödedim. Bavullar yürüyen şerit üzerinde geçip gittiler… Kolumda pardösümden başka bir şeyim yok. Cenevre’ye bilet almak için gişeye sokuldum. Geçmiş gün, galiba otuz Frank istediler. Saydım paramı, çıkışmıyor. Yirmi Frank kadar bir şey kalmış., ikinci mevki, üçüncü mevki!. Evet onlar biraz daha ucuz, fakat yine param yetişmiyor. Bizim o zamanki paramızla yirmi otuz lira arası bir para gerek. Koşayım, bavulları geri alayım diye düşündüm. Olacak şey değil. Elimde emanet fişi var o kadar. Satacak bir şeyim de yok, trençkotumdan başka. Hem nasıl satarsın, ayrı bir sorun. Aynen böyle… Çıldırabilir insan… Çevremde, vapurdan tanıdık, göz aşinası aramaya başladım. Yok, herkes gideceği yere uçmuş gitmiş sanki.. Birini görsem, on Frank borç isteyeceğim, o da bana yetecek.. Bu kez aklıma gece treni geldi. Daha ucuz olabilir. Tekrar gişeye sordum. Evet ucuz olmasına ucuz, fakat yine benim param yetişmiyor. Altı Frank olsa işim görülecek. Hasılı, gece oldu ve ben gardan çıkamadım. Kaldım bekleme sıralarının üstünde. Ne uyku, ne bir şey.. Sabah oldu, perişan vaziyetteyim. Lyon yönündeki ana yola çıktım. Başka çare yok, otostop yapacağım. Araba kollamaya başladım. Üniversite, aynen bizdeki gibi, 1 Kasım’da açılacaktı. Galiba üç günüm vardı. Bu süre içinde, hiç olmazsa bir gün önce Paris’te bulunmam, kaydımı yaptırmam gerekiyordu. Aksi halde sömestr kaybedecektim. Bu derece önemli. Dakikanın bile değeri var. Cenevre’ye gitmekten, beş yüz İsviçre Frankından da vazgeçemiyorum. Bütün güvencem o para. Ne yaparım Paris’te meteliksiz! Oh., derin bir nefes aldım. Lyon’a kadar gidersem işim kolaylaşacaktı. Çünkü yol hayli kısalıyor, cebimdeki para oradan Cenevre’ye tren bileti almama yetiyordu. Borç istememe gerek kalmıyordu. Kurtarıcımın adı Adil Soyer’di. Rastlantı, o da avukattı ve doktora yapmak üzere Fransa’ya gelmişti. Kendisiyle Paris’te kaldığım yıllar sık sık görüştük. Yurda dönünce de dostluğumuzu sürdürdük. Saydığım, sevdiğim dostum oldu. Beni Lyon’da, gara kadar getirdi. Fakat iki gündür uykusuzdum. Bir de bu geceyi nasıl geçirecektim? Ertesi sabah bana verilen adresteki bir bankaya gideceğim; bir kimsenin tavsiyesi üzerine, orada bulunan bir banka müdüründen beş yüz Frank borç para alacağım. Yorgunluk bir yana, açtım da. İki gündür bir şey yememiştim. Baktım, dört Frankım kalmış. Bir sandviç yiyebilir, bir kahve içebilirim. Bir de gazete aldım, girdim kahveye. Bir sütlü krem geldi. Bir de çörek söyledim. O da geldi ve gelir gelmez de parasını sordum. İyi, ödedim. Bunları da verdikten sonra, samimî söylüyorum, cebimde metelik kalmadı. Başladım gazeteyi okumaya. Diyelim ki ben kahveye on buçukta oturduysam, kalkmıyorum bir türlü. Caddeyi gören güzel bir köşeye de kurulmuşum. Malûm, burada da öyle, dışarıda da; oturduğun sürece konsomasyonuna devam etmen, daha bir şeyler ısmarlaman gerek. Adam geliyor, “Bir şey istiyor musunuz?” diyor; “Yok, teşekkür ederim..” diyorum. Saat bir hayli ilerleyince, ortalığı üzerime doğru süpürmeye başladı. Kalktım saat bire doğru. Yağıyor da. Ne yapayım, ne edeyim? İkinci gece olacak uykusuzum. Bir kahveyle, bir çörekle insanın karnı ne kadar doymuş olabilecekse, o kadar da doymuş olarak caddeye çıktım. Şu bana verilen adresi bulayım, hem vakit geçsin, hem sabahleyin erkenden orada olurum diye düşündüm. Bunlar gerçekten unutulmaz anılar Vural.. Örneğin şu an dahi aklımdadır gittiğim adres: Rue de la Confédération. Société Générale de Banque Suisse… Başvurmam gereken şahıs da, Louis de la Harpe isminde bir İsviçreli. Yirmi beş yıl geçti, çoğu kez dün tanıştığın bir kimsenin adını hatırlayamıyorsun, Louis de la Harpe’ı çeyrek yüzyıldır unutmuyorsun. Sabahı böylece ettim. Dokuzdan çok önce, bankanın kapısında beklemeye başladım. Fakat içimi bir korku kaplamıştı. Yalnızca bir söz üzerine kalkmış gelmiştim. Elimde bir mektup dahi yoktu. Bir adamı arayacağım. O adama da birisinin ismini söyleyeceğim. Kendisine benden bahsedilmiş olacak… Ya adam hastaysa!. O gün gelmezse. Ya izindeyse!.. Ya bir geziye çıkmışsa!. Tamamen böyle, muğlak.. Memurlar gelmeye başlayınca, içeriye girdim. “Mösyö Louis de la Harpe’ı görmek istiyorum..” dedim. Orada olduğunu öğrenince rahatladım. Falanca tarafından gönderildiğimi söylediler, kabul etti. Durumumu anlattım. Fransa’ya gideceğimi; okuyacağımı; kendilerine benden bahsedilmiş olup olmadığını sordum. “Tamam, malûmatım var..” dedi. Hemen arkasından sordu: “Ne parası istiyorsunuz? İsviçre Frank’/ mı, yoksa Fransa’ya geçeceğinize göre Fransız Frankı mı verelim?” dedi. Ben, parayı alayım da ne parası olursa olsun, diyorum. “Yook..” dedi adamcağız, “İsviçre parası alıp da Fransa’da bozdurmak yerine, buradayken Fransız parası alırsanız biraz daha kârınız olur. Kur farkı nedeniyle.” Bunu öğrenmem çok yararlı oldu. Dövizle okuyan arkadaşlarıma sonraları söyledim. Onlar da, dövizlerini Paris’te İsviçre Frankı olarak alırlar, parayı bozdurmak için de İsviçre’ye gidip gelmek, ve öylelikle bu ülkeyi de görmek fırsatını bulurlardı. Aklıma Lausanne ve Montreux antlaşmaları takılmıştı. Her iki yer de Cenevre’ye çok yakındı. Yol kırk dakika ya çekiyor ya çekmiyordu, trenle. Lausanne’a iner inmez Gazette de Lausanne’ın idarehanesine gittim. Yanımda Yeni Sabah Gazetesi’ni temsil ettiğime dair bir belge vardı. Gazeteciliğin ve radyo muhabirliğinin verdiği rahatlıkla, Türkiye’den geldiğimi, burada Lausanne Antlaşmasının yapıldığı yeri görmek, bu konuda röportaj yapmak istediğimi söyledim. Bana yardımcı bir arkadaşla bir foto muhabiri vermelerinin mümkün olup olmadığını sordum. Büyük ilgi gösterdiler. Yardımcıları verdiler. Birlikte, Lausanne şehrinin aşağısında, göl kenarında bulunan Ouchy Şatosuna gittik. Görüşmeler orada yapılmış. Çeşitli fotoğraflar alındı. Bilgiler topladım. İstediğimden âlâ bir röportaj oldu. Hatta, aradan kırk yıldan fazla zaman geçtiği halde, hâlâ orada hizmet gören emektar bir metrdotel’le görüştüm. İsmet Paşa’yı hatırlayıp hatırlamadığını sordum. “Hatırlarım..” dedi. “Çok ilginç bir insandı. Dik, inatçı, düşünerek konuşan. Hemen cevap vermeyen, düşüneyim, yarın cevap veririm diyecek kadar temkinli bir kimseydi..” Oradan, çok yakın olan Montreux’ye geçtim. Yine oradaki bir mahallî gazeteye giderek yardım istedim. Montreux Palace’a indik. İlginç birtakım fotoğraflar çektik. Hatta albümlerinden, otelin arşivlerinden Tevfik Rüştü Aras’ın siyah gözlüklü, tepeden tırnağa beyaz elbiseli orijinal fotoğraflarından aldım birkaç tane. Tevfik Rüştü Aras o zamanlar, Hariciye Vekili olarak bilhassa böyle, beyaz elbise düşkünlüğüyle dikkati çekermiş. Bu ilginç malzemeyi topladıktan sonra, Paris’e dönmek üzere, gece yarısı trenle yola çıktım. Üçüncü geceyi de üzerimdekileri çıkarmadan, yatak yüzü görmeden, trende yarı uyuklayarak geçirerek, hiç unutmam sabaha karşı saat dörtte, Paris’in Lyon garına indim. Hatırlayacaksın, Montreux ve Lausanne’la ilgili yazılar Pazar Dergisinde yayınlanan ilk yazılarım olmuştu. Çünkü sen de o yıllar Yeni Sabah’ta çalışıyordun. Paris’e varışParis’e indiğimde bitkindim. İlk işim bavullarımı bulmak oldu. Çiseliyordu hava. Paris’te, ekim, kasım aylarından nisana kadar yağmur yağar. Bizdeki ahmak ıslatanın, insanın suratına tükürük zerrecikleri halinde inenidir. Fransızlar buna “kraşen” derler. Fransa’da aldığım ilk eşya bu nedenle bir şemsiye olmuştu. Hemen ertesi gün, kayıt işlemlerimi yaptırdım, kalacağım yeri ayarladım. Üniversiteye gidiş gelişler başladı. Şimdi en büyük sorun, cebimdeki beş yüz Frank suyunu çekmeden birtakım işler bulmak, geçimimi sağlamaktı. Önceleri sokaklarda fotoğraf çekerek, bir çeşit şipşakçılık yaparak harçlık sağladım. Turistlere şehir turları düzenleyen bir seyahat acentesinin, otobüslerinde çalıştım. Zamanla işler kaliteleşti. Uzun süre bir haber ajansında muhabirlik yaptım. Bunların hepsi gayrı resmî, izinsiz, kaçamak işlerdi ve derslerimin elverdiği saatlere sığdırmak zorunda kalıyordum. O bin bir özenle diktirdiğim elbise ve sadakor gömlekleri iki üç gün giyebildim ancak. Baktım öğrenciler arasında benim gibi giyineni yok. Herkeste balıkçı yaka bir kazak, gelişi güzel bir pantolon. Zaten gömleklerin başına gelen de ilginçtir. Birkaç gün sonra kirlendiler tabiatıyla. Yıkamaları için götürdüm bir çamaşırhaneye bıraktım. Almaya gittiğimde ne göreyim, benim gömlekler büzüşmüş, buruşmuş, kıpkırmızı bir şey olup çıkmış. “Bunlar benim mi! Bir yanlışlık olmasın!..” dedim. “Maalesef sizin…” dediler. Sadakor olduğunu anlayamamışlar. Sabunla yıkayacaklarına, atmışlar javel suyuna. Cascavlak çıkartmışlar. Giyilemeyecek hale gelmiş. Ben de gittim on Franka siyah, dik yakalı bir kazak aldım. İki yıl, üniforma gibi hep onu giydim. Lime lime olana dek. Bazen bu kazak evde ele geçer… “Atalım şunu…” derler; “Aman…” derim, “Onda garip yılların anıları var, attırmam.” Benim böyle bir takım eşyaya, anılara bağlılığım vardır. Kıyamam onlara, saklarım. Avrupa’nın çoğu eski evlerinde en üst katta, çatıda, hizmetçi odaları, ıvır zıvır koymaya yarayan bölümler, onun üstünde de köpek odaları olur. Ne suyu, ne elektriği, ne ısıtması vardır. Kuru oda. Tavan yüksekliği iki metre bile değildir. İlk zamanlar böyle bir odayı kiralayabildim. Ayakta, dik duramazdım. Bütün konforum bir yatak, bir sandalyeden ibaretti. Yatmadan önce, yedi kat aşağıdaki kahvede sırtımı radyatöre dayar ısınır, pardösümü ısıtır, sonra bir koşu yukarıya çıkar, o sıcaklıkla uyumaya çalışırdım. Üstelik, Paris’teki evlerin çatıları genellikle arduvazla örtülüdür. Yağmurda tıpır tıpır ses çıkartır. İşkence gibi… Uyutmaz insanı. Bir süre sonra bir başka yere taşındım. Burası, kaldığım sürece, sahibinin kim olduğunu anlayamadığım bir oteldi. Bir şebekenin, haraç toplayan bir ekibin elindeydi. İki üç ayda bir kiraları, değişik tipte insanlar gelir, toplardı. Benim odamın bulunduğu kat çok ilginçti. Yan yana üç oda vardı. Ortadakinde ben kalırdım. Bir yanımda Amerikalı bir piyanist barınır, bütün gün solfej çalışırdı. Yarım kuyruklu piyanosu vardı. Piyanonun, daracık merdivenlerden oraya nasıl çıkartıldığını düşünür dururdum. Öbür yanımda Paris belediye otobüslerinde çalışan bir şoför otururdu. Örneğin İstanbul’daki İETT gibi,. Paris’inkine de RATP denir. “Regie Autonome des Transports Parisiens”in kısaltılmışıdır. Bekâr bir adamdı. Her gece sabaha karşı zilzurna sarhoş gelir, her gece de oda kapılarını şaşırırdı. Gürültüsüne uyanır, kendi odasını gösterirdim. Her gece özür dilerdi. Bu koşullar altında yaşamaya zorunlu olunca insan, bir öğrenci için söylüyorum; ona sadece derslerine çalışmak, bu zor koşullardan bir an önce canını kurtarmaya bakmak görevi düşüyor. Ben de öyle yapıyordum. İnan, Paris’i doğru dürüst tanıyamadan yurda dönmüştüm. Şurası nasıldır, burası nasıldır diye sorduklarında, biliyormuş gibi davranıp, yarım yamalak anlatmaya çalışırdım. Bütün günlerim, öğrenci mahallesinden üniversiteye gidip gelmekle geçiyordu. İşlerimi de yine aynı çevrelerde görüyordum. O günlere gelene dek, öğrenci olarak çok çalışkandım. Aynı çalışkanlığı burada da sürdürmek savaşı veriyordum. Kütüphaneden kurlara, kurlardan konferanslara, konferanslardan kütüphaneye koşmaktan, beslenme yetersizliğinden, vitaminsizlikten, dişlerim dökülmeye başlamıştı. Birtakım alerjik kaşıntılara uğramıştım. Bu koşulların sürüp gittiği günlerden bir akşam üzeri, arkadaşlarla birlikte oturduğumuz kahveye, bütün Türk öğrencilerin, öğrenci müfettişliğine çağrıldığı haberi geldi. Müfettişlik öğrencilerden, öğrenimleriyle ilgili çeşitli sorulardan oluşan bir formu doldurmalarını, cevaplandırmalarını istiyordu. Formda, öğrencilerin hangi okula gittikleri, lisans mı, sadece doktora mı yaptıkları, öğrenimlerini ne kadar zamanda tamamlayıp yurda döneceklerine dair sorular vardı. Ben, süreyle ilgili soruya “iki yıl” diye yazınca, sayın Fehmi Baldaş: “Yok, aman…” dedi “Ne yapıyorsun!..” Ben, “Niye?..” deyince, “Yazma evladım…” dedi. “Bak öbür arkadaşlarının hemen hepsi altı yıl, yedi yıl yazmış. Sen de öyle yazsan a… Çok önemli senin için. Çünkü bu bilgiler öğrencilerden bir kez alınır ve Fransız polisine verilir. O süre içinde öğrenciliğin belgelenmiş olur. Gerektiğinde oturma izni bu forma uyularak uzatılır. Ayrıca, askerlik yapmamış öğrencilerin konsolosluk tarafından gayrı kanunî yola düşmeksizin tecil işlemleri yapılır…” Ben yine, “Yok, iki yıl yeter benim için…” deyince “Nasıl olur?..” dedi, “Bugüne kadar bana verilen kayıtlarda Türkiye’den gelip de iki yıl içinde doktora veren birine rastlamadım. Uzat şunu…” Ben diretince bu kez, “Evladım, seni kimse bağlamıyor, sekiz yıl yaz da yine iki yılda bitir git. Fakat, iki yıl yazar da ileride bir aksilik nedeniyle süreyi uzatmak istersen bir yığın formaliteyle karşılaşırsın…” “Yok efendim…” dedim; “Lisan bakımından büyük bir problemim yok. Galatasaray’da okudum. Ayrıca kendim de çalıştım. İyi tarzda kendimi yetiştirdim. Hatta doktora tezlerimin bir çoğu kafamda. Fakülteye devam ettiğim yıllarda dahi zaman kazanabilmek için, olur da yurt dışına çıkamam düşüncesiyle seminer çalışmalarını vermiştim. İki yıl bana yeter. Fehmi bey rica ediyorum, her şeyi göze alıyorum, iki yıl yazın siz…” Böyle davranmaktaki amacım şuydu. Dönüş güvencem olmamalıydı, Tarık Bin Ziyad gibi. Gemileri yakmak istiyordum. Bu işi iki yılda tamamlamak zorunluluğunu her an duymalıydım. Bu inatçılığım Fehmi Baldaş’ın pek hoşuna gitmişti. Öğrenciliğim süresince bana daima yardımcı olmuştu. Buna rağmen iki yıl bitmek bilmiyor, güç koşullar sürüp gidiyordu. Bir gün, fakültenin koridorlarında kan bağışıyla ilgili afişler gördüm. Kan haftası nedeniyle, santilitresi şu kadar Franka, kan vermeye çağırıyorlardı gençleri. Stéphane’a söyledim, “Aman… gidelim,” dedi; “Üç beş kuruş alırız.” Afişte belirtilen dispansere gittik. Yirmi-otuz metrelik bir kuyruk. Önce kanı alıyorlar. Ne kadar alındığını belirleyen bir fiş dolduruyorlar. Fişi vezneye verince, parayı hemen ödüyorlar. Bir süre sonra kuyrukta sıkıldık. İlerlemek bilmiyor. Bir noktaya gelinince kuyruk ikiye ayrıldı. Biri sağa öbürü sola gidiyor. Stéphane’a “Böyle peşpeşe gideceğimize ikiye ayrılalım. Sen o tarafa yürü, ben bu tarafa. İşimizi çabuk bitirelim…” dedim. Sıra bize geldi. Kanımızı aldılar. Stéphane’a parayı ödediler. Ben uzattım fişimi. Veznedeki memur, saygılı, güler yüzle adımı, hüviyetimi sordu. “Allah Allah..” dedim “Neden soruyor acaba?” Süheyl Gürbaşkan… Doğum tarihi şu.. Türk., falan.. Yazdı koca bir kağıda. Şak şuk damgalar, mühürler, imzalar. Arkasından: “Sizi kutlarız ve teşekkürlerimizi sunarız…” Hayretle sordum: “Hayrola!..” dedim; “N’oluyor?..” Mesele şuymuş. Ben yanlışlıkla bağış kuyruğuna girmişim. Çok para almak umuduyla da bir litreye yakın kan vermiştim. Adımla sanımla doldurdukları da teşekkür belgesiymiş. Bedava kan verdiğim için. Zaten açlıktan takatim yok. Bir litre kanı da bedavaya verince pansiyona dönecek gücüm kalmadı. Bir süre, Stéphane’ın aldığı parayla idare ettik. Dikkat edersen, öğrencilik anılarım deyince, Stéphane’sız bölüm yok gibi. Bu iyi insanı Türkiye’ye çağırmak, kendi iş bünyemizde ona çalışma olanağı sağlamak istedim bir süre önce. Türlü pürüzler nedeniyle olmadı. – Bir rastlantı.. Şu mektubu bugün aldım Paris’ten. Çok tanınmış bir antikacı mağazasının satış müdürü olan bir dostumdan. Anıları tazelemekte yararı olabilir. Sözünü etmeye değer. Champs-EIysée’nin arkasında ona paralel bir sokak vardır. Rue Faubourg Saint-Honore adını taşır. Paris’in en ünlü bir antika eşya mağazası bu sokaktadır. Mağazanın sahibi Matmazel Yvonne Bremond d’Arts adında, hayli yaşlı, hiç evlenmemiş, fakat işinin ehli bir bayandı. Öğrenciliğim sırasında, yedi sekiz ay kadar akşamları onun yanında çalıştım. Fransız hükümeti ve maliyesi nezdinde hatırı sayılan, kendi konusunda eksper olan bu matmazelin kişiliği hakkında ilginç bazı bilgiler vereyim. Fransa’da Hachette ve Larousse kadar ünlü Flammarion adlı bir yayınevi vardır. Bu yayınevi dünyanın belli başlı mesleklerinde sivrilmiş, üne kavuşmuş kişilerine, meslekleriyle ilgili kitaplar yazdırmıştır. Örneğin, Je suis Savarrt “Âlimim” diye Einstein’ın; Je suis Docteur “Doktorum” diye Besançon’un; Je suis Avocat “Avukatım” diye Floriot’nun; Je suis Antiquaire “Antikacıyım” diye de Bayan Yvonne Bremond d’Arts’ın kitapları bu dizide yer almaktadır. Kişiliği hakkında bir başka örnek. Paris belediyesi yukarıda adını ettiğim Faubourg Saint-Honore sokağındaki mağazalar arasında vitrin yarışması düzenler. Her yıl mayıs ayında, Beyoğlu’nun İstiklal Caddesi’ni andıran bu caddede bütün butikler, moda evleri, bu yarışmaya büyük önem vererek katılırlar. Üstelik Paris’in Hermes, Revlon, Roger Gallet, Pierre Cardin, Carven, Guy Laroche gibi ünlü firmaları da bu caddededir. Genellikle bu yarışmalarda birinciliği Bayan Yvonne Bremond d’Arts’ın düzenlediği vitrinler kazanırdı. O derece renkli, klasik eşya konusunda yetenekli, bilgili bir hanımdı. Ben onun yanında, satılan ya da satın alınan malların yerine teslimi; evlerden, şatolardan, eski ailelerden aldığı eşyanın depolara yerleştirilmesi, müzayede salonlarında satışların izlenmesi, fişlerin kesilmesi, etiketlerin doldurulması gibi işleri görür, cep harçlığımı çıkarırdım. Bu arada gerçek antika eşyayı tanımak, bu konuda bilgimi ve zevkimi geliştirmek olanağını da buldum. Paris’e, Sorbonne Üniversitesinde hukuk doktorası vermek amacıyla gelmiştim. Ceza hukukuna ilgim nedeniyle ayrıca Kriminoloji ve Kriminolastik Enstitüsüne de kaydolmuş, her iki doktoraya birden hazırlanıyordum. Fakat ikinci doktora çalışmamı, bir iki yakın arkadaşım dışında bilen yoktu. Aileme, Türkiye’deki eşime dostuma dahi sözünü etmemiştim. En kısa sürede hukuk doktorası vermeye kendimi zorladığım, başarıp başaramayacağımı da kesinlikle bilemediğim günlerde, bir ikinci doktoraya da çalıştığımı açıklamaktan çekinmiştim. Ola ki hukuk doktorasını versem de, kriminolojide takılsam bile İkincisine çalıştığımdan kimsenin haberi olmadığı için, bu başarısızlık bana bir gölge düşürmeyecekti. Hukuk doktora tezimi pekiyi dereceyle verdim. Ayrıca jüri’nin özel başarı takdirini kazandım. Antikacıyla bu anlattıklarının ne ilgisi var diyeceksin. Var, sözü ona bağlayacağım. Sürpriz bir ikinci doktora teziDoktoramı başarıyla verdiğimi eve bir telgrafla ilettim. Ayrıca bir mektupla da dönüş hazırlıklarım için, bir buçuk ay kadar daha burada kalmama izin vermelerini istedim. Aslında amacım, herkesten gizlediğim ikinci doktora tezime hazırlanmaktı. Hiç unutmam, önümde yirmi iki gün vardı ve ben bu süre sonunda kriminoloji ve kriminolastik tezimin savunmasını ve sınavlarını verecektim. Onları da üstün dereceyle verdim ve bunu büyük bir sevinçle anneme ulaştırmak için, hemen o gün geç vakit eve telgraf çektim. Kadıncağız sabaha karşı postacıyı karşısında “telgraf!.” diye görünce heyecana kapılmış. “Hayrola? Ne var? Bir şey mi oldu?” diye sormuş. Postacıdan “İyi haber.. Oğlunuz sınavını başarıyla verdiğini bildiriyor.” cevabını alınca, “Olamaz.,” demiş. “Yirmi günden fazla oluyor, sınavının sonucunu bildirmişti. Bunda bir iş var.” Telgrafta “Size sürprizim var. İkinci tezimi ve sınavımı gizlemiştim. Onu da aynı üstün dereceyle verdim. Müjdelerim..” demiştim. Gecenin o saatinde hayli duygulanıyor ve postacıya, “Hemen bir cevap yazsam çekebilir misiniz?” diye soruyor ve değerli bir hatıra olarak sakladığım şu üç kelimelik telgrafı gönderiyor: “Sağ ol yavrum. Annen.” Sağ ol, bir asker ailesi olduğumuz için, annemin en sık duyduğu bir kelime. Bir subay eşinin ağzından ve yurttan uzak bir köşede bu “sağ ol” sözcüğünün bana ulaşması, beni de fazlasıyla duygulandırdı. Ödüllerin en büyüğü oldu. Fransız Milli Eğitim Bakanlığı’ndan ödülİşte bu duygusallık ve sevinçler içinde dönüş hazırlıklarımı yaptığım günlerde, kalmakta olduğum pansiyona bir mektup geldi. Fransız Millî Eğitim Bakanlığından gönderilmişti. Fransız hükümetinin uygulamakta olduğu bir karar gereği, Fransa’da doktora öğrenimi gören yabancı öğrenciler arasında en başarılı olana belirli bir ödül verilirmiş. O yıl bu başarı ödülünün bana verilmesini kararlaştırmışlar. Beş bin frank. Bugünkü rayiçle yirmi bin lira. O güne göre büyük para. Hele benim gibi, ayda beş yüz frankla Paris’te yaşamaya çalışan bir öğrenci için büyükten de öte. Tepeden inme, şaşırtıcı bir olay. Tabii hemen eve bir telgraf daha: “Ödül kazandım. Dönüşümü bir süre erteliyorum”… falan. Yirmi dört yaşındasın.. Paris’tesin.. Beş bin frankın var.. Şimdi bu parayla ne yaparsın? Kalktım Bayan Yvonne Bremond d’Arts’a gittim: “Öğrenim bitti. Yurda dönüyorum. Sizinle vedalaşmaya geldim..” dedim. “Ayrıca, yanınızda çalıştığım süre içinde Louis XV, Régence, Louis Philippe, Empire, Directoire gibi, ünlü mobilya stillerini yakından tanımak olanağını buldum. Gereğinde evimde, hukuk öğrenimi yaptığım için gereğinde de yazıhanemde kullanabileceğim bir Louis XV yazı masasıyla sandalyesini, hatta koltuğunu almak istiyorum. Epoque olursa daha sevinirim..” deyince, kadıncağız şaşırdı. İlk lafı hayretle sormak oldu: “Parayı nereden buldun?” Haklıydı. Yanında iki yüz elli frank aylıkla çalışan biri geliyor, binlerce franklık eşya almak istiyordu. Fransız hükümeti tarafından o yılın en başarılı öğrencisi seçildiğimi, bu nedenle ödüllendirildiğimi söyleyince çok duygulandı. “Senden sonra alınmış eşya arasında, koltuğu dahil, üstelik Jacop imzalı bir yazıhane takımı var. Depoya git, gör. Beğeneceğini umuyorum. Fiyatı önemli değil. Ne kadar ödeyebileceksen öde, senin olsun..” dedi. Fransızlar, mobilya ustalarına ébeniste diyorlar. Bu marangozluktan ayrı bir sanat kolu. Ünlü ustalar, tıpkı ressamlar gibi yapıtlarına imza atarlar. Jacop, Louis XV döneminin en ünlü ustalarından. Heyecanla depoya gittim. Bayan Yvonne Bremond d’Arts’ın sözünü ettiği takımı inceledim. Nefis bir şey. Değerini bilmeseniz, o haliyle buradaki her hangi bir bitpazarında görseniz, iki yüz lira vermezsiniz. Bronzları, kabaraları dökülmüş, çuhası yırtık pırtık, vernikleri solmuş, eskimiş. Fakat “ben, époque’um” diye bağırıyor. Ailevî bir bağlılıktan mıdır, öyle yetiştirilmiş olmamdan mıdır nedir, anneme yine bir mektup döşendim. “Elime geçen parayla orta boy, hatta küçük sayılır, şu nitelikte bir yazı masasıyla koltuk alıp getireceğim. Ne dersiniz?” Hiç unutmam, bu kez özel ulak bir cevap aldım. Yarı şaka, yarı ciddî şöyle diyordu: “Sakın ha evladım. Analık hakkımı helal etmem, böyle bir şey yaparsan. Biz bir subay ailesiyiz. Kendi halindeki eşyamız arasında epok’un, antikanın ne işi var? Konu komşu güler bize. Hele avukat yazıhanesine yaraşır mı bilmem?” Bayan Yvonne Bremond d’Arts’a giderek, annemden aldığım mektup nedeniyle yazı masasından caydığımı söyledim ve vedalaştım. O yıllardan sonra Paris’e her gidişimde kendisine uğrar, ziyaret ederdim. Ne yazık ki, bundan iki yıl önce öldü. Bu kez bir otomobil almaya karar verdim. Verdim ancak, ne otomobil kullanmayı biliyorum, ne de ehliyetim var. Orada, “auto-école” dedikleri okullarda çok kısa sürede direksiyon öğretiyorlar. Sınavlar da kolay. On-on beş gün içinde hem araba kullanmayı öğrendim, hem ehliyetimi aldım. Başladık arkadaşlarla araba aramaya. 1957 yılının sonlarındaydık. Bir dergide Opel Record’un 1957 yılı modelini piyasaya çıkartmak üzere olduğunu okuduk. Stéphane Farkas adında Macar asıllı bir arkadaşım vardı. İnsanlar, kuşkusuz yaşamları boyunca pek çok dostluklar ve arkadaşlıklar kuruyorlar. Bu ilişkilerin başlangıçları da çeşitli olabiliyor. Okul, askerlik, işyeri beraberliği, hatta geziler gibi. Stéphane Farkas o günler benim tek gerçek dostum, arkadaşımdı. Bugün de öyledir. Paris bitpazarında, yenisinden eskisine her şey satılır. Stéphane’ın da orada küçük bir tezgâhı vardı. Ne bulursa alır satar, geçinmeye çalışırdı. Devrimde Macaristan’dan kaçmış, vatansız, ülkesine dönme olanağı olmayan bir gençti. Tanışmamız hayli ilginçtir. Paris’te iki grup öğrenci vardı. Birinci grubu, resmî dövizi, bursu, öğrenci müfettişliğine kayıtlı, denetim ve gözetim altında olanlar oluştururdu. İkinci grup da, ki bunlar iki yüz kadardı ve ben de onlar arasındaydım, kendi başına öğrenimlerini sürdürmek savaşında olan burssuz, ödeneksiz, turist pasaportuyla gelmiş öğrencilerdik. Bizlerin, öbür öğrenciler gibi, üniversite lokantalarında ucuz yemek yeme olanağımız yoktu. Diyelim normal bir yemek beş franksa, ödenekli öğrenciler bundan beşte bir daha ucuza, yani bir franka yararlanabilirlerdi. Fakat çoğu varlıklı, paralı ailelerin çocukları oldukları için ucuz yemek fişlerini kullanmazlar, dışarıda yemeği tercih ederlerdi. Biz onları tanır, yemek fişlerinden yararlanırdık. Yalnız, yemeği yemek, fişleri sağlamak kadar kolay olmazdı. Çünkü üniversite lokantalarında sık sık ve habersiz hüviyet kontrolları yapılırdı. Böyle bir kontrolda yakalandık ve başkasına ait indirim fişleriyle yemek yediğimiz anlaşıldı. Benim bir nebze su götürür tarafım vardı; öğrenciydim zira. Stéphane Farkas iyiden iyiye suçluydu. Öğrencilikle ilgisi yoktu. Stéphane’la o gün tanışmış olduk. Bir buçuk yıl, bütün günlerimiz gecelerimiz acı ve tatlı yanlarıyla birlikte geçti. Opel Record’un acentesine gittim. 1957 model arabanın fiyatı altı bin franktı. Benimse beş bin frankım vardı. Durumumu anlattım. İndirim sağlamak için çareler ararken, resmî bir görev belgesi getirirsem, kordiplomatik plaka alabileceğimi ve indirimden de yararlanabileceğimi söylediler. Basın ataşesi Nail Mutlugil’in bu konuda büyük yararı oldu. Çünkü zaman zaman basın ataşeliğinde çeviri işlerini yapardım. Kendisine durumu anlatınca, bana Türk ataşeliğinde geçici de olsa görev aldığımı belirten bir belge verdi. O belge sayesinde, sekiz yüz franklık bir indirim sağlandı. Fakat aradaki farkı gene kapatamıyordum. İki yüz frank daha gerekliydi. Stéphane’ın bitpazarındaki tezgâhında bir iki kârlı alışveriş düzenleyerek o farkı da kapattım; ve kaparoyu vererek 1957 Opel Record sırasına girdim. Yalnız, arabayı alabilmem için belirli bir süre beklemem gerektiğini söylediler. Çünkü yeni model arabaları 15 Ekimden önce satışa çıkarmıyorlardı. Arabalar ilkin galeride sergilenecek, satışları sonra yapılacaktı. Ben arabayı sergiden çok önce, 19 Eylülde almak istediğimi söyleyince sebebini sordular. Öğrenciliğimi çok zor koşullar altında, fakat başarıyla tamamladığımı, ülkeme bir an önce dönmeyi arzuladığımı, 19 Eylül doğum günüm olduğundan o gün kendime bu arabayı hediye etmek istediğimi söyledim. Avrupalılar doğum, evlenme, ölüm ne olursa, yıldönümlerine büyük önem verirler. Benim durumuma ayrıca ilgi gösterdiler. İsteğimi saygıyla karşıladılar. “Siz..” dediler, “bugüne kadar salonda sergilenmeden araba alabilen ilk kişi olacaksınız. Pekiyi, size arabanızı vereceğiz. Yalnız bir ricamız olacak, buralarda fazla oyalanmadan, mümkün mertebe kısa zamanda yolu tutun, yurdunuza dönün…” 19 Eylül sabahı Stéphane Farkas ve iyi araba kullanan bir arkadaşla birlikte üçümüz gittik; siyah, pırıl pırıl, çift kapılı son model Opel Record’u aldık. Aldık ama, deposunu benzinle dolduracak paramız yok. Şehirde bir iki tur attıktan sonra benzin bitti, arabayı otelin önüne park ettik. İki üç gün, yeniden benzin parası bulana dek araba otelin önünde durdu. Sabah akşam, acaba yerinde mi diye pencereden arabayı kolluyorduk. 2 Ekim günü arabayı Marsilya’dan vapura yükledim. Stéphane’la vedalaşırken elime bir paket tutuşturdu. “Kusura bakma..” dedi, “hem sana, hem arabana armağan olarak bunu alabildim.. Gerisini sen tamamla..” Paketi açtım. Bu, çekilince üç dört misli uzayan, bildiğimiz radyo anteniydi ve tabiatıyla arabanın henüz radyosu yoktu. Stéphane Farkas böylesine unutulmaz bir dosttur. Türkiye’ye dönünce bu kez de arabayı gümrükten bir süre çekemedim. Arabayı alışıma dair belgeler nedeniyle, ithalatı gayet kolay oldu. Bedelsiz ithal izni tanındı. Yalnız birtakım işlemler için üç bin liraya yakın bir paraya ihtiyaç vardı. Bu parayı denkleştirmem bir aya yakın sürdü. Gümrük ilgililerinden, rıhtım caddesinden geçerken rahatça görebilmem için, arabayı parmaklıklara yakın bir yere koymalarını rica ettim. Hemen her akşam gider, acaba başına bir şey geldi mi diye parmaklıklar arasından bakardım. Bir parantez açarak şunu söyleyeyim, bu tuhaf tutumum devamlı olmuştur. Çok küçük yaştan beri hep çalışarak kazandığım için, genellikle, kimseden bir şey isteyemedim. Oysa, gerek ailem, gerek birtakım yakınlarım, kuşkusuz gümrük için gerekli parayı bana sağlayabilirlerdi. Benim özelliğim. İsteyemedim. Bu sorunu dahi kendim çözeyim diye bekledim. Hemen burada birtakım işlere girdikten sonra kazandığım üç beş kuruşla arabayı gümrükten çekebildim. Öğrencilik sonrası Paris’e ilk gidişÖğrencilik yıllarımdan sonra Paris’e ilk gidişim 1963 yılına rastlar. Demek aradan yedi yıl geçmiş oluyor. Orada çektiğim cefa, eziyet ve yoksullukların acısını çıkartmak, bir çeşit o yıllardan hıncımı almak hırsındaydım. Bu hırsımı tatmin edecek olanağa sahiptim artık. Üç beş kazanmıştım. İşleyen bir işim, cebimde param vardı. Önce İsviçre’ye uğramıştım. Ödül sayesinde aldığım o ünlü Opel, şirketin bütün işlerini görmekten hurdaya dönmüş, tanınmaz hale gelmişti. Anvers’te, General Motors şirketinden yeni, son model bir Oldsmobile aldım. Başlarda galiba söz ettim bu arabadan. Yurda döner dönmez rahmetli Pepo Mayorkas’a sattığım araba buydu. Paris’e geldim ve arabayı George V Oteli’nin önüne çektim. Daha önce telefonla yerimi ayırtmıştım. Oldsmobile o tarihte Paris için de yeniydi ve olaydı. İçi mavi, dışı siyah, pırıl pırıl 1964 model bir araba. Odama yerleştikten bir süre sonra, otel idaresine, bir şoför tutmak istediğimi söyledim. Vakit hayli ilerlemişti. Gece yarısına yaklaşıyordu saat. Buna rağmen, kasketli formalı bir şoför buldular. Bunu, Paris’i bilmediğimden, ya da direksiyon acemiliğimden değil, belki bir nebze arabayı kollamak için olabilir, ama aslında yine Paris’teyim, fakat aç değilim, arabam hatta şoförüm var diyebilmenin mutluluğunu kendime tattırmak için yapıyorum. Belli bir çağdan sonra, kimse kimseyi başarısından dolayı ödüllendirmiyor, kutlamıyor bile. O iş de insanın yine kendisine düşüyor. Şoför direksiyona geçti, ben arkaya kuruldum. 0 saatlerde Paris’te nereye gidilmez ki! Şoför, “Çek falanca casino’ya…” dememi beklerken, kendisine kağıt parçasına yazılmış bir adres uzattım. Hayretle yüzüme baktı. Haklıydı. Paris’in en berbat, yoksul semtlerinden birine, Colonel Fabien’e gidecek ve Stéphane Farkas’ın yeni adresini arayacaktık. Sokağın adı da Colonel Fabien’di. Uzun bir sokak. Bir köşesinde şimdi Fransız Komünist Partisi’nin yeni, ultra modern binası var. Araya sora, sokağın ta diplerinde, bir aralığın içinde, bekâr odalarından oluşan köhne bir binaya vardık. Ortalıkta çıt yok… Herkes yatmış uyumuş… Kapılardaki isimleri okuyarak beşinci katta, Stéphane’ın odasını buldum. Vurdum kapıyı birkaç kez… Sonunda içerden Stéphane’ın sesi geldi: “Kim o?…” “Vay anasını… Bak şu işe…” deyip duruyordu. Tam yirmi gün George V’de beraber olduk. Dostluğun, arkadaşlığın tadı Paris’te nasıl çıkartılırsa, öylesine çıkarttık. |